içkimi
yudumladım. beni aldatışın aynada parlayıp sönüyordu. aldatışın yanlış kelime,
kandırışın. kandırışın yanlış kelime, ağlayışım. kandırmadın ki sen hiç.
gizlemedin ki benden başka hiçbir şeyi. her şey apaçık ve ucuzdu. daha çok
çektim o çarşafı, çıplak kalsın istedim. onun çıplaklığında sen üşü istedim. ışık
sönsün, ayna parlamasın istedim. ışığı söndürdüm. senin ışığa ihtiyacın yok
gözlerimde. senden başka herkes yok olsun istedim, gözlerimden başka her şey.
gülümsedim, ne kadar da iyiyim. anlayışlı, komik, sevecen, rahat, eğlenceli,
lanet, gergin, kıskanç, yalancı ve kindar. ne kadar da iyiyim. ışıklar vuruyor
gözlerime, sen gidiyorsun. bunlar sizi izleyen, sizi gören ışıklar. hepimizi
görür onlar. karanlıklar kurtaramaz bizi ışıkların elinden. bizi saklamaya
yetmez o kara çarşaflar. aynada sizi gördüm. gülümsedim. onun saçlarını
düzeltiyordun. benim saçlarıma hiç dokunmuş muydun? sanırım bir zamanlar evet.
çarşaflara ihtiyaç duymadığımız zamanlardı onlar. gizlerimiz yoktu, gizlemeye
heveslerimiz vardı. bir köprüydü ellerin beni sana taşıyan. o senin gizli şefkatin,
o görünmez güvenin saklı ardında. elini belimde hissedebiliyorum hala. hala sıcak.
beni sana çekiyor sessizce. kokun süzülüyor içime sinsice. artık içimde, hep
benimle. peki ya kokunu nasıl saklayacağım? sonra elini görüyorum aynada.
parlak. saçların arasında. bütün aynaları kıracağım.
31 Mart 2014 Pazartesi
25 Mart 2014 Salı
the black crow
yine arifesinde bırakmanın bir şeyleri,
yeni bir defter açtım hayatımda
kapatarak bir diğerini.
kara bir karga kondu dala
bitirmedim bu sefer bardağın dibini
yeni bir defter açtım hayatımda
kapatarak bir diğerini.
kara bir karga kondu dala
bitirmedim bu sefer bardağın dibini
15 Ocak 2014 Çarşamba
eskilerden : oyun
bir oyun oynayalım.
birlikte, ikimiz birlikte. artık söz verdin suç ortağım hatta dert ortağım olacaksın bu yazıyı okumaya başladın oysa ki ben sanardım kimseler istemezdi
okumak söz de vermezlerdi sevgi de vermezlerdi ya severlerdi de gösteremezlerdi
ne olurdu gösterseler korkardılar belki de kaçıp gitmesinden elde olanın. neden
kaçıp gider sevilen elde olduğu için mi sevilmek çirkin olduğu için mi yoksa sadece sevilene kadar mıdır bu
sevgi maratonu. cevap veremiyorsun ya içinde dönüyor senin de kaset biliyorum
arada bozuk ve paslı bi radyo gibi cızırdasa da susmuyor biliyorum bende de var
bitane antikacı almıyor onda da var herhalde. geceler uzun sürüyor sabah iki
dakikada oluyor bi amca vardı halbuki gençmiş de müezzin olunca asla genç olamaz insan geçerdi kapının
önünden sabahın körü olurdu çıkardı tepeye karda soğukta okurdu selam da verirdi hiç öyle müezzin
olunur muydu? vantilatörler vardı bi de klimalar vardı üfürükçülerin görüneni
makbuldü klimaların iyi saklananı. insanların neyi seveceği belli olmazdı benim sevdklerimi sevmezlerdi
nasıl olurdu da annem kereviz bamya türlü türevlerini severdi acaba annem hiç
çocuk olmamış mıydı ya da ben hiç
büyümemiş miydim geçen gün evde
bamya vardı kazara yapılmış olmalıydı tuhaftır yiyesim geldi biraz yuttum kusmadım allah
muhafaza büyümüş olmayayım çocuklarıma
kelle paça kaynatmayayım küçüktüm tencereden bacak çıkmıştı tırnakları görmüştüm halbuki bebekken pek bi severmişim bayıla bayıla paça yermişim bi günde hastaydım kusuyordum annem süt
ısıttı şeker kattı ekmek bandı ağzıma koydu üç metre öteye kustuğum rivayet edilir ama annem bilmez miydi ben
hiç sıcak süt içer miydim. insanlar bi tuhaflar kendilerine gerçek yaratmada
pek başarılılar. bi de sanki
büyümekten hiç mi hiç korkmazlar. halbuki ben çocukluktan korkardım en çok.
dolmuş
“sıcak bir gün. öylesi ki insan
soyunmak bile istemez, yapışkan
ve yakıcı gelir çıplaklık. şimdi
bir de işin yoksa kuyruk bekle. bir sigara
içsem mi gelene kadar. yok ya şimdi
yakarız gelir şans ya, piç olur meret. hem dişiyiz ya mal mal bakar millet. inadına mı yakmalı?
hırlaya hırlaya bir dolmuş yaklaştı durağa.
iyi iyi şansımız varmış. dolmuş
hayalkırıklığıyla dolu bakışları sollayarak beykoz kuyruğuna yanaştı.
şeytan diyor ver parayı beykoza yanla, yol üstü nasılsa.
tikrek bir dolmuş daha yaklaştı ve uzun üsküdar kuyruğunun başında
duruverdi. üsküdar üsküdar buyrun üsküdar.. arka sağ köşeyi
de kaptırdık. en dibe kaya kaya oturdu. duraksayan, durgun bir hali vardı.
bunlar inmezse burdan inmek de ayrı iş.
neyse elbet inerler. capitol ne kadar dedi yorgunca hatta perişanca görünen etli bir kadın. hanfendi bu gitmez capitöle
bağlarbaşına bincen bak ilerde. hıe, bu da gitmiyor mu yahu?
neyse tamam ineyim o zaman. dolmuş
şoförünün bıkkınlığı
suratında okunuyordu. her gün kim bilir kaç kişi yanlış
dolmuşa binip keyfini kaçırmayı
beceriyordu. hayat da öyle tuhaf bir sıkıcılığa sahipti ki insan kelimeleri kullanmaktan bıkıyor, yaşamaya devam etmekten bıkmıyordu.
geniş omuzlarını sığdırmayı
başarmıştı ancak saçlarını tepesinde düğümlemek için aşırı
bir istek duyuyordu. çantası dizlerinde bu işi
becermek pek zahmetliydi. insanları rahatsız etmek, üstüne bir de bunun farkına
varmak en büyük korkularındandı. önce bir şu
parayı vereyim hele de hallederiz. güç bela cüzdanı açtı. 1 lira 15 kuruş bozukluk ve bir ellilik vardı. hay allah nereye verdik
bu bozuklukları. neyse.. önde oturan adamın omzuna hafifçe değmeye çalışarak
‘rica etsem, bir kişi uzatır mısınız?’ dedi. adam robotik
bir tavırla parayı aldı, şoföre uzattı. şoför bozuk fakat sakin asabıyla parayı süzdü. bozuk yok
muydu? maalesef.. alın bu parayı ben bozamam bunu. e yok ama napıcaz? para
robotik adamın elinde aynen geri geldi. hay sıçim napıcaz şimdi? heralde başka
bi şoförle dolmuştan dolmuşa
olayına girişecek. bir tepki de vermiyor. neyse
koymiyim cüzdana da her an verebileceğim
anlaşılsın hem isterse uzatıveririm
hemen. dolmuş her günkü monotonluğunda ilerliyordu. herkeste olanlar çok normalmiş gibi bir hava vardı. diğer insanların tavırlarına bakarak ne yapması gerektiğini kavramaya çalışıyordu.
yolcular yardımcı olacak gibi görünmüyordu. bir tanesi tüm dünyanın dikkatini
çekmeye çalışırcasına arkadaşıyla kavga ediyordu. beni bir saniye dinler misin? ben
sana bişiy demedim onaydı kızgınlığım sen yanlış
anladın, sarpa sardı. sonra konuşalım
mı, şimdi müsait değilim? kapatmaya çalışırken
konuşma hoperlora geçti. bir sorun varsa
şimdi çözelim. derdini söylesen problem olmicak. dur şimdi konuşamıcam
kapıyorum. orda hiç sesini çıkarmıyosun sonradan bozuluyosun. kapattım sonra
konuşalım. asla kapanmayacak gibi
görünen telefon sonunda kapandı. ısrarla çalmaya devam ediyordu. genç kadının
stresi ve utancı her halinden belli oluyordu. arkaya doğru dönerek sessizce ‘kusura bakmayın’ dedi. onunki bitmişse de aracın içindeki stres sonlanmamıştı. hala yanaşmadı
başka dolmuşlara nerdeyse numuneye geldik, üsküdara gidene kadar
istemezse ne halt edicem? bir şey
söylemem gerek mi acaba. off yok yere stres oldum. arkadan iki kişi indi. sanki seyirciler azaldığı için rahatlamış
gibiydi. doğancılar parkından döndü dolmuş. işte
bu caddenin sonnunda inmesi gerekiyordu. olmadı biraz daha giderim dolmuşla, geç inerim napıcam? durak da bana çok uzak inmek
lazım. yüreğini sıkan bir hisle boğuşuyordu. sanki şoförü kandırmış
da hırsızlık yapmış gibi tuhaf bir yük vardı
omuzlarında. hakkı olmadığı bir şeyi yaşıyordu
şu an. aman allahım, adamın dolmuşunda bedava geldim eve kadar bişey de demedi. ne yapmamı bekliyor acaba? inmem gereken
yerde ineceğim tabi ne olacak. işte geldik bile. neyse, ışıkları bekleyeyim bari. ne olacaksa sanki. hem ne demeli
bu adama? kusura bakmayın, inmem gerek. ışıklarda
inebilir miyim? teşekkür ederim, kusura bakmayın? ışıklarda rica etsem? inecek var? müsait bi yerde inebilir
miyim?
dolmuş yavaşça
kaldırıma yanaştı ve durdu. dudaklarından hafif
bir teşekkür duyuldu. sanki yakalanmaktan
korkan bir hırsız gibi hızla yola attı kendini ve hızlı adımlarla uzaklaştı. huzursuz ama mutluydu..”
14 Ocak 2014 Salı
tumblr'ın bir güne bir şarkı kuralına tatlı bir isyan ve onun akla getirdikleri
bir romanı en iyi nasıl özümser bir insan?
herhangi bir nesneden en doygun hazza, en unutulmaz hisse nasıl ulaşır? önce duyumsamak gerek onu, tüm duyu organlarını teslim etmek
gerek. en sonunda hayali üstüne çekmeli, puslu rüyalar gibi en güzelinden..
bundandır ki her zaman eşlikçisi vardır en sevdiğim romanların.
özenle seçtiğim kitap ayraçlarının yanında, bir melodi ayırmak gerek romana. bir
melodi ki, tek bir notasıyla sunabilsin romanın özünü. çok zor gibi görünür başta bu seçim insana. ne var ki, iyi roman diyorum boşuna değil, yardım eder insana. sessizce seçer sanki kendine ait notaları. ne
yanılır ne de yanıltır gerçek bir roman. ve sanılanın aksine, hikayesi olan her
romanın (ki hikayesi olmayan roman yoktur) kendine ait bir şarkısı da vardır.
aslında şu an bana okuduğum cümlelerin, yarattığım karakterlerin sonsuzluğunu vaat eden bir kaç şarkıyı paylaşacaktım sizinle
ama hayat kısıtlayıcılığını burada bile gözler önüne serdi. ‘günde bir şarkı hakkın’ var dedi bana. öyleyse bugünlük masumiyet müzesi'nin
tadı tuzu olan 'in a manner of speaking'le idare edelim biz de. bu şarkı bir sene boyunca bütün buhranıyla bana nasıl eşlik ettiyse, romanda geçip giden yıllar boyunca da kemal'e öyle eşlik etti. çukurcuma'nın dar sokaklarında çetin efendi'nin sürdüğü chevrolet'nin içinde hep bu şarkı çaldı. büyü
ise kitap bittikten çok sonra başladı. aylar,
yıllar geçse bile romanı okuyuşumun ardından; şarkının girişi görmeme yetti füsun'un sarı ayakkabılarını, beli bükülmüş binlerce izmaritini, merhamet apartmanı'na saklanmış tuzlukları ve kemal'in umutsuz bekleyişini..
her romanın kendine ait bir şarkısı var dedim diye sanılmasın ki benim şarkım senin de romanının şarkısı olacak. bu
aynı o kadına çok yakışan kıyafetin sende onun üstünde durduğu gibi
durmamasına benziyor. sen de kendinden bir şeyler katmalısın
bu uyuma doğuştan ve sonradan. ancak o zaman verir bir şarkı sana sahip olduğu bütün her şeyi. işte bu şarkı, bana her şeyi anlatabilecek sözcükleri verdi. hem de hiçbir şey söylemeden..
sakın kandırma kendini! müzik dinleyerek kitap
okuyamam, konsantre olamam, sevmiyorum deme sakın! sadece bir kez dene baştan sona bir romanı tek bir şarkının eşliğinde okumayı.. ve kendine bir alışkanlık yarat pek
fazla kimsenin tadamadığı..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)