17 Ocak 2013 Perşembe

yüzmek


istanbul anadolu yakasında oturan her aile(ayça uğur'un ailesi hariç) çocuğunu burhanfelek’in klorlu sularına bir kez atıyor sanırım. beni de attılar öyle. yuvadaydım. sıkmıyorsam turunculu yeşilli ayıcık kollularım vardı. sular soğuk, güneş yalancıydı. titrerken titrerken kolluğun tekini atıverdiler çolak kalıverdim. hem sümüğüm de akıyormuş gibi hissediyordum. bir haftadır havuza geçerken kullandığım soyunma odasının erkeklere ait olduğunu da yeni fark etmiştim. beni gerçeklerle yüzleştiren koca adamın gözünde sevimli küçük bir kız çocuğuydum şaşkın. benim gözümdeyse hayatımın en büyük ikinci rezilliği falan olabilirdi. küçük şeyler hakkında büyük dertlerim vardı çünkü kimse bana sevimli bir ufaklık olduğumu hissettirmemişti. benden bir yaş küçük kuzenimin yediği her haltta ben suçluydum mesela. ağlama hakkım yoktu, ben büyüktüm. yaşadığım nahoş olaylar beni pes ettirmemiş olacak ki ben nasıl oldu anlamadan profesyonel yüzme hayatına atılıverdim 1. sınıf itibariyle. 3. sınıfa falan geldiğimde tüm ciddiyetimle haftanın 5 günü antrenmanlarımı yapıyor yarışmalarda madalyalarımı topluyordum. dandik dandik bir sürü madalyam olmuştu. büyüyor büyüyor, yüzüyor yüzüyordum. evimiz havuza 10 dakikalık yürüme mesafesindeydi. kar yağsa bile sabahın köründe gencecik annemle karlı yokuşlardan havuza ulaşıveriyor bekçiyi uyandırıyor havuzu açtırıp antrenmana koyuluyorduk. annecim hakikaten ne gençti. o zamanlar şimdiki benden sadece 5 yaş büyük bir genç kadın olması şimdi ne de şaşırtıcı. tribünlerde kim bilir kaç kitap bitirdi, kim bilir ne rüyalar gördü beni beklerken. ya ben? mutlu gibiydim. yüklendiğim ve arkasına sığındığım bir sıfat vardı, yüzücüydüm. sınıf listesinin yanında bile yazıyordu: yüzücü. farklı okullardan arkadaşlarım vardı, örnek aldığım büyüklerim vardı, birkaç ay sonra gerçekleştirmek için çalışğım hedeflerim vardı. işte yine ben, büyüktüm. özrüm yoktu.
yüzmek.. hani önce ayağınızla yoklarsınız bir suyu sonra elinizi sokar bileğinize kadar hissedersiniz soğukluğu. ne kadar üşüyeceğini tahmin etmeye çalışırsınız karnınızın, boynunuzun, bacaklarınızın, kaçarı yok her yerinizin. eğer ki yüzmek için değil yüzücü olmak için giriyorsanız o havuza, bu evreler yavaş yavaş silinmeye başlar. düşünmeyi bırakırsınız bir kenera. sorgulamazsınız, sadece atlarsınız havuza. spor bir çeşit iktidardır aslında, bir çeşit savaş. en az düşünen kazanır! vücut gelişirken beyin körelir çünkü öyle olması gerekir. eğer ki zihni eden bırakmıycam düşünücem ben aptal olmıycam derseniz sular yumuşak ve serin, açar yüreğini. yavaş yavaş yararken siz o serinliği kafanızda milyonlarca farklı düşünce, en son okuduğunuz kitap, yüreğinizi kıpırdatma ihtimali olan o çocuk, sırlarınızı yayma ihtimali olan taze dost, yaptıklarınız ve yapacaklarınız akıp süzülür sizinle birlikte. yan kulvarda kendini yarışta farzeden hızlı çocuk(çocuk derken kastedilen cinsiyet değil 13 yaşındaki cinsiyetsiz velettir) yardıra yardıra aksıra tıksıra çırpınır. dinlenmeye geldiğinde yapacağın şey dinlenmek değil dinlemektir fırçaları. matematik çok basit, geçilirsin. çaresi yok, geçilirsin. işte düşünmek için yeni bir konu: keybedenlik. küçük fakat her görenin ‘çok geniş yüzüyor olmalısın’ diyerek sıfatlandırdığı omuzlarına dünya için hafif, senin içinse ağır bir yük. 
yüzmek.. iki yıldır hiç yapmadığım, eğlenmek için bile gerçekleştirmediğim. sanki en yakın arkadaşımdı benim yüzmek, bu kontenjanı dolduruyordu. karanlıklarda ona gidiyordum, karanlıklarda ondan dönüyordum. ıslaktım, soğuktum, erkeksiydim ve kokuyordum. bıraktım. yerine kanlı canlı bir en yakın arkadaş koydum. gülüştüm onlarla, gezmeye gittim, eğlenirken vicdan azabı çekmedim. kaçırmak istemediklerimi gerçekleştirirken farklı şeyler kaçırmıyordum artık. huzurluydum. en kötü ihtimalle okul çıkışı eve gidiyordum. acele etmeden, benden beklenenler yapabileceklerimin dahası yapmak istediklerimin üstünde olmadan. neredeyse gerçek kendimi buldum yokluğunda. bana çok şey katmadı mı? kattı. fakat kattıkları attıklarının altında kaldığı gün hayatımdan çıkması gerektiğinin farkına varabildim. çıkardım. aldığım kararlardan hiç pişman olmadım. fakat en yakınımın aldığı kararlardan çok pişmanım. o bu kararı hayatından hala çıkaramadı. yorgunum.

16 Ocak 2013 Çarşamba

eylemin ağırlığı


halbuki bu kadar kolay olmamalıydı demli bir aşkı terk etmek.. kolay mı oldu? değil belki de.. ne ara değişti bir titreşimden beklediklerin. gözlerin ne ara farklı bir ismi görebilmek için çırpınır oldu? yine bir aşık olma haline çarpıldın değil mi? hayallerindekinin, gözlediğinin sen olmadığını bilmek etkiledi yine seni. oysaki demedim mi sana vazgeç bu huyundan, mutsuzluğu ağırlamaktan onu alıkoymaktan vazgeç diye? ne hissettiğin bile belli değil şimdi. yapamazlık halinden korkmuyor muydun, al işte astın havaya süzülüyor eylemin ağırlığı havada. yine yaratır verdin o uzun sessizliği ardında. neden bu kadar korkulur ki kelimelerden? haydi git bağır, seviyorum de! ne haller seni susturan? korkuyor musun reddedilmekten? reddedilmedin ya işte, daha ne kanıt olsun. biliyorum, sen de biliyorsun. korkun cazibenden ileri geliyor. ya ana kaptırmışsa kendini senin yerine? ya yapacak daha iyi bir şeyi olmadığı için ya da ona çok daha iyi bir şey olmasına rağmen onu yapamadığı için cevap verdiyse sana? bunu nasıl anlayabilrsin ki? işte yine lanet zaman. soysuz zaman! kolay mı ki senin geçip gitmen içimi tüketene kadar kemirmeden. batıl inançlara göz kırpmaya başlıyorsun kendine hakim ol. peki ya o zaman sana zararsız bir insanı sebepsiz yere neden dışladın neden yokladın onu dünyanda? kim bilebilirdi ki bir zaman gelecek de yüreğine oklar saplayacak o masum? neden senin olanlara, senin olmak isteyenlere içindeki bu nefret. neden hep başkasının yemeğine dil uzatıyorsun? peki ayıp değil mi böyle lezzetleri hiç düşünmeden çürütmeye çalışmaları? ya da süründürmeleri hiç sevmeye çalışmadan. bedenlerini kullanıp, ruhlarını tatmin edip eskimiş acıklı bir kıyafet gibi fırlatıp atmaları? ben onların kaçırdığı hatta yıprattığı değerleri iyileştiriyorum. kendimden veriyorum onlara. hayır, sen kendini yok ediyorsun zaten olmayanda.

14 Ocak 2013 Pazartesi

yatakta

gencecik bir kadın yatakta
kulağımda inlemeler hüzünçler
duymazlıklar geçişler geçiştirmeler
gencecik bir anne yatakta
yüreğimde acımalar ağlaşmalar

8 Ocak 2013 Salı

kafesler ve içinde saklayamadıklarımız



bakın, bakın, daha çok bakın penceremden dışarı. hayatı görüyorsunuz orada; saf, acı katılmamış hayatı. ağaçlar çerçevemiz olmuş ve güneşi izliyoruz. kendimize bakıyoruz içimizden, ta içimizden. yollar boş, gözümüzü alamadığımız güneş bile bir yansımadan ibaret.
bazen çok güzel resimler görüyorum hayatın içinde, saklamak istiyorum onları, saklamak sonsuzluğa. deklanşöre bastığım an görüyorum ki kaçıp gitmiş o güzellik. sanki soluk ve ruhsuz bir yansıması olmuş karşımdaki güzelliğin, rengini kaybetmiş. üstelik ben onu bana saklamaya çalışırken utanıp kaçıvermiş sanki, benden saklanıvermiş.
bazen çok sıradan renkler görüyorum. her gün görüyoruz onları, görmez olmuşuz artık, kanıksamışız. içimden bir ses 'durdur onu' diyor. durdur ve içindekileri sana göstermesine izin ver. sıradan sandığımız renkler değil mi bakmaya doyamadıklarımızın yaratıcısı? ne düşler gizlidir renksiz bir çift gözde, ne çok söylenememiş söz vardır sımsıkı kapalı dudaklarında.. yaralarla bezelidir belki yüreği, o yok saydığımız yüreği..
bakın, bakın, daha çok bakın penceremden dışarı. bir tablo yakaladım parmak uçlarımla. sıradan bir an'a sevilme izni verdim, tüm güzelliklerini döktü yoluma. ben artık hep onun ardından bakıyorum dünyaya. görüyorum içinde gizlediklerini saklama gereği duymadan. endişelerimi yıkadım, ruhumu arındırdım kuruntulardan. hiçbir şey için kafesler hazırlamıyorum artık, izin veriyorum sevilmelerine ve kendi gönüllerince sevmelerine. biliyorum; dökülecek yapraklar, güneş solacak. ama her seferinde yenisi gelecek yerine. kendini gizleyecek ve sevilmeyi bekleyecek. biliyorum.

7 Ocak 2013 Pazartesi

aylaklığa giriş


bir aylak’ı nasıl tanırsınız? elindeki sigarasını yakmak için ihtiyaç duymadığı mekan ya da zamanlardan mı, sahip olduğu mekansızlıktan mı, kolunda olmayan saatinden mi, cebine sıkıştırdığı küçük ve yıpranmış defterden mi, sıradanlaştırdığınız görüntülere fırlattığı müstehzi gülüşünden mi, almayı beklemediği para üstünden mi, diğer cebinde taşıdığı adını duymadığınız bir yazara ait kitaptan mı, peşine takılacak bir insanı arayan gözlerinden mi, kimi zaman hızlı kimi zaman aheste tuttuğu adımlarından mı, kulağını kaşıyışından mı?
hayır, hayır..o size kendini tanıtmadığı sürece, siz onu asla tanıyamazsınız. o ki sürekli arar kendini tanıtacağı doğru kişiyi. aylak arayandır. bilse de bulamayacağını aradığını, o aramaya devam eder. farklı olanın peşinden koşar, farklılığıyla monotonluğa düşmeyenin. doğru olanın peşinden koşar, kendi yarattığı doğrunun. sevmesi gerektiğini hissettiğinden nefret eder, yanlışta doğruyu yaratır. hep geç kalandır. haklılığını kanıtlamak için bağırmayandır. mutluluğu sokakta arayandır.
baudelaire şöyle tarif etmiştir bir aylak’ın yuvasını: 
“nasıl ki kuş havada, balık suda yaşarsa, o da kalabalıklarda var olur. aşkı, işi, gücü kalabalıklardır. kusursuz flaneur için, tutkulu gözlemci için, ahalinin tam orta yerini, hareketin gel-git noktasını, gelip geçici ile sonsuzun arasını mesken tutmak müthiş bir keyiftir. evden uzak kalmak ama her yerde evinde hissetmek; dünyanın merkezinde olmak, dünyayı gözlemek ama dünyadan saklı kalmak…”
işte o, tam da burada. onu en çok yok saydığınız yerde, içinizde bir yerde sizi izlemede. her gün hızlı adımlarla geçtiğiniz o sokakta, vapuru beklemek için iliştiğiniz o kirli oturaklarda, bir kitapçının rafları arasında gezinmekte ve gizli gizli sizi izlemekte..

6 Ocak 2013 Pazar

böyle bir odam olsun isterdim. bir de zamana yetişebilmek. size selam ederim seveceklerim.